
Türkler Göçebe Miydi? Türklerin aslen göçebe bir kavim olduğu kanaati ilim dünyasınca yaygındır ve bizzat Türk ilim adamları arasında da bu kanaate katılmayan hemen yok gibidir. Halbuki göçebeliğin, ekonomik faaliyeti dışında, sosyal muhtevası henüz iyi bilinmeyen bir cemiyet tipi olduğu gözden kaçırılmakta; Türk milleti hakkında hüküm verilirken de, yalnız ekonomik görüntüler tesirinde kalınarak, -bir topluluğu yaşatan kültürün (dolayısiyle o topluluğun) doğru anlaşılması için yukarıdaki kıstaslar göz önüne alınmaksızın- ilim dışı ön-yargılarla hareket edilmektedir.
O kadar ki, aslî Türk kültürüne nisbetle “yerleşik” vasfı ağırlık kazanmış olan Selçuklu ve Osmanlı Türklüğü dahi bu hükümden kurtulamamıştır. Türk dili ve kültürü araştırıcılarından meşhur Rus (aslı Alman) bilgini W. Radloff (ölm. 1918)’un, yüzyıllarca Moğol, sonra Rus idaresinde kalmış ve neticede hayli kültür kaybına uğramış mahkûm Türk zümreleri arasında, geçen asrın 2. yarısında yaptığı incelemelere dayanarak ileri sürdüğü, kadîm Türk devlet ve sosyal hayatı hakkındaki gerçeğe aykırı fikirlerin bu umûmî menfî hükümde fazlası ile etkili olduğunu belirtelim.
Göçebelik konusunun ele alınışı çok eskidir. Eski Yunan filozofu Eflâtun “vah§i aile grupları” dediği göçebe çobanların ilkel kütleler olduğunu ve “medeniyefe ancak tarım hayatı ile geçildiğini iddia etmiştir.
Mensup oldukları kültür’ün temelinde “köylülük”ün yattığını bilen ve insanlık tarihindeki kültürel faaliyetleri daima bu noktadan değerlendirmek alışkanlığından kurtulamayan Batılı bir kısım araştırıcılar, aynı izi takip ederek, kolayca Türklere yakıştırdıkları “göçebelik”in, medenî kabiliyetsizlik yönünden, doğrudan doğruya “fıtrî” (yâni doğuştan gelen) bir karakter olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Halbuki, herhangi bir hayat tarzının teşekkülünde, yaşanan bölge imkânlarının yön verici faktör olduğunu, meselâ tarıma elverişli büyük nehir vâdilerindeki kütlelerin güçlük çekmeden ziraî hayata intibak edebileceklerini, buna karşılık, tarım yapılamayan, fakat geniş otlakları bulunan bölge insanlarının da zarurî olarak hayvancılık yoluna gireceklerini kabul etmek için fazla mantık zorlamasına ihtiyaç yoktur. Bu itibarla vahşet -göçebe (çobanlık)- ziraî hayat gibi bir medeniyet kademelendirilmesi ilmî gerçekliğe uygun düşmez. Her kültür ve yaşayış tarzı kendi içinde tutarlı bir bütündür; aralarında “kültür değeri” bakımından bir fark mevcut değildir.
Meşhur İslâm tarihçisi ve tarih felsefecisi İbn Haldun da (ölm. 1406) göçebeliği medenîlikle karşılaştırmak suretiyle “sosyolojik” vasıfta fikirler ileri süren düşünürlerin başında gelmektedir.
Ona göre, insanlar:
a. Bedevi (göçebe),
b. Hazerî (medenî) olmak üzere iki cemiyet tipinde yaşarlar; bir reisin idaresinde aşiret tarzında hayat süren bedevilere karşılık, hazerîlik şehirlerde oturmak ve devlet teşkilâtına sahip olmak demektir; çöl sahası ve susuz, kurak bölge halkı, -gerekli coğrafî şartlar mevcut olmadığından- medenîleşme şansına sahip değildir.
Ünlü yedi iklim” teorisinden anlaşılacağı üzere İbn Haldun’a göre, Arabistan çöllerini andıran, kuzeye doğru 5. ve 6. iklimlerdeki bozkırlar sahasında oturanlar (Türkler) için de “umrân”( medenîyet)a ulaşmak ihtimal dışında sayılmak gerekir. Kuzey Afrikalı (Tancalı) İbn Haldun’un kendi memleketinin güneyindeki kum sahraları ahalisi “Zenâta” bedevilerinin kültür ve hayat Şekillerini yansıttığı bilinen bu müşahedeleri, şüphesiz, hakikî göçebeler veya “göçebe tipi”nde yaşayan topluluklar için doğrudur. Fakat aynı İbn Haldun’un çöl ile bozkır iklimini ayıramamaktan doğan ve dolayısiyle Türklerin de göçebeler (Bedeviler, Berberîler, Moğollar) arasına katılması fikrini hazırlayan büyük hatası, asırları aşarak, zamanımız mütefekkiri A.Toynbee’ye kadar tesirini serpiştirmiş görünmektedir.
Avrasya (Avrupa-Asya) bozkırları ile Afrasya (Afrika-Asya) bozkırları aynı “tip” toplulukların yerleridir düşüncesinden hareketle Toynbee, sıraladığı 20’den fazla “medeniyet” sahasının dışında kalanları (Eskimolar, İndonezya kabileleri gibi “durgun” medeniyete sahip olanlar hariç), geniş mânası ile “nomad” (göçebe) kabul eder ve Hıristiyanlık, İslâmiyet, Budizm, Hinduizm, Osiris (güneş ilahı) vb. gibi herhangi bir inanç sisteminden bile yoksun saydığı nomadları “horde” (sürü, başı-boş insan yığını) olarak vasıflandırır. Bununla beraber, ona göre, göçebelerin bazı meziyetleri de vardır: Meselâ hayvan yetiştirmek ve iradeli bir karaktere sahip olmak.
Ülkelerindeki şiddetli kuraklık zamanlannda, komşu yerleşik bölgelerdeki siyâsî iktidar boşluklarından faydalanarak yaptıkları akınlarla etrafı istilâ eden göçebelerin bütün tarihleri de bundan ibarettir. Yâni göçebe “tarihi olmayan” bir cemiyetin insanıdır. Onlann bir bölgeyi ele geçirmeleri “interregnum” (fetret, kanunsuzluk) devrine işarettir. İbn Haldun bile bedevilerin şehirlileşerek “devlet”, teşkilât meydana getirebileceklerini söylediği hâlde, buna da taraftar görünmeyen Toynbee’ye göre, “sonu olmayan” göçebelik, tıpkı “duraklamış” (“arrested”) medeniyetler gibi ölüme mahkûmdur. Türkler de bu tarihsiz, kanunsuz nomadlardan bir kütle olup, istilâ ettiği ülkelerde nihayet “bekçilik” yapabilmiş Osmanlıların dahi tarihte başarı kazandıkları pek iddia edilemez .
Halbuki, Türk milleti “tarihsiz” değil, aksine parlak uzun mazisi ile tarihî zenginliği ortada olan bir kütledir ve “kanunsuz” değil, kültürün ayrılmaz bir parçası olan teşkilâtçılığı sayesinde birçok devlet kurarak yürürlükte tuttuğu hukuki mevzuatla seçkinleşen bir millettir; buna göre de, Türklerin tamamen zıt mâna ve mahiyette nomad(göçebe) cemiyet sayılması mümkün değildir. Cemiyette göçebelik-medeniyet tasnifini yapan ve toplulukların aşiret hayatı yaşadıktan sonra şehirlere yerleşerek devlet kurduklarını söyleyen Z. Gökalp ise, Türk kültürü açısından “medîne” (çite) tâbirini, teşkilâtlı hâlde “şehir”de yerleşmekten ziyâde, dağınık kabilelerin, muntazam bir devlet kuruluşu içinde birleşmeleri olarak yorumlamaktadır.
Ona göre meselâ Gök- Türk “ili” böyle bir devlet kuruluşu iken, aynı devirde ‘Tatar’lar aşiret hayatını sürdüren “bedeviler durumundadır41. Burada da eski Türk sosyal yapısının, biraz da zorlanarak, yabancı topluluklardakinin paraleline yerleştirilmeğe çalışıldığı meydandadır. Burada hemen kısaca belirtelim ki, Türk kültüründe iki temel unsur olan at ve demir, aslî göçebe kültüründe mevcut değildir.
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü (Göçebelik Meselesi)