Aile: Eski atlı göçebelerin aileleri, Romalılarda olduğu gibi efendi sınıfını teşkil etmekte ve kan kardeşliği ile bağlı zümrenin emri altında, esirler, sığıntılar ve metbular bulunmaktadır. Aile reisi bütün malın sahibidir. Aile efradına yapılacak işleri o gösterir. Çocukları üzerinde nüfuzu, torunlarından herhangi birini kendisine evlat edinerek yetiştirecek derecede sınırsızdır. Artık İbn Fadlan bundan bahsetmekle birlikte, son zamanlara kadar Kazak, Kırgız ve Başkırtlarda bu cari idi. Ailevi ata hakkına dayanan (patriyarkal) ve dışardan evlenme (exogami) içtimai şekillerine uygun (patrilokal nizam) esastı. Diğer tabirle, yeni kurulan aileler koca tarafını tutardı. Yeni gelen kadın kocasının ailesine hizmet eder ve onun malı sayılırdı. Onun için kadını pederinden, eski ailesinden satın almak gerekirdi. Bedeli kalım çeşitli ehli hayvanlardan; at, deve, koyun vb. terekküp ederdi. Madmud al-Kâşgarî sözlüğünde kalıngı zikretmekle kalmıyor, kullanış tarzına dair misaller de veriyor. Ondan önce İbn Fadlan X. yüzyılda Oğuzlarda aynı adetin cari olduğunu söylüyor. Kalın ödendikten sonra, nişanlısına damat yalancıktan bir kız kaçırma ile kavuşuyor. Bu eskiden cari, gerçek kız kaçırma adetinin kalıntısıdır. İbn-al-Fakih’a göre eski adet uyarınca, satılık kızın başı bir çevre ile bağlandıktan sonra kadın oluyor.
Kadın, kocası ailesinin mülkü olduğu için, kocasının ölümünden sonra da ailede kalır, zira sosyolojide “leviratus” adı verilen adet mucibince, kaynı, bazan Moğollarda görüldüğü üzere, kocasının diğer eşinden olan oğlu, yahut ailenin diğer bir erkek ferdi onunla evlenebilir. Acaba, cemiyetin her tabakasında, leviratus aynı şekilde yayılmış ve muteber mi idi? Bir bakıma göre bu adet ancak yüksek tabakaya has idi. Kalmuk Moğollarının bir atasözüne göre: “Hanlar ve köpekler akrabalık tanımazlar”.
Her ne kadar bütün Altaylı kavimlerde ve bu meyanda Türklerde kadının içtimai mevkii aşağı seviyede sayılmakta ve mülke sahip olmamakta ise de, diğer yerleşik komşu kavimlere ve İslam aleminde Araplara nazaran daha iyi ve saygılı durumda idi.
Göktürklerde, Uygurlarda, Sabirlerde hükümdar eşinin devlet idaresinde bazen önemli rolü olduğu bilinmektedir.
Türk kitabeleri yalnız hakanın pederi Elteriş Hakan’ın değil, onun yanında ilahi Umay’a benzeyen hükümdar zevcesi Elbilge’nin de tahta cülusundan bahseder. Bu yazıtlarda çok kadın almanın izine rastlanmaz ise de, Çin kaynakları aksini iddia ederler.
Tek kadınla yaşandığına dair daha kesin deliller de vardır. Minusinsk çevresinde yaşayan Tatarların destanlarında, en temiz tek evlilikte yaşayan kahramanlardan bahsedilir. Uygurların çoğunluğu da tek zevceli idiler. Ancak onlar da bu Manihaizm, Budizm ve Nasturi Hıristiyanlık tesirlerine atfedilebilir. Turfan harabelerinde bulunan bir Uygur türküsünün ifadesi, zikri geçen bahisi aydınlatması bakımından dikkate şayandır:
Yani;
Ayıbsız tişike er Ayıpsız kadın önünde
Boyunun sumış kerek, Başı eğmek gerek
Ol andağ tüzün birle O zaman temizlik ile
Tiriglik kılmış kerek. Hayat kılmış gerek
Akikat bolsa tüzün Hakikaten temiz olsa
Anga can birmiş kerek. Ona can vermek gerek.
İkinci eş zevce için eski Türkçede Türk kökünden kelimeye rastlanmadığını sanıyoruz. Ancak Özbekçede kırnak bu manaya gelirse de Mahmud al-Kâşgarî sözlüğünde bu esir kadın demektir. Halbuki akrabalık münasebetlerini gösteren söz hazinesi Türkçede çok zengindir. Zolotnitskiy’nin Çuvaşça sözlüğünde akrabalık münasebetleri üzerine 60 söz vardır. Halbuki bu sözlerin büyük bir kısmına Batı Avrupalılar ancak tarifle karşılık bulabilirler.
Kadınların iş sahası, görevleri atlı göçebelerde Rubruquis’in XIII. yüzyılda Kıpçaklar hakkında söyledikleri gibi olmalıdır: Çadırın çözülmesi ve kurulması, arabaya yükleniş, süt sağma, tereyağı ve peynir çıkarma, deri işçiliği, ayakkabı, keçe çorap, giyim, keçe imâli. Kısrak sağma ve kımız hazırlama erkeklerin görevidir.
Orta Çağ seyyahlarının verdikleri haberlerden tipik bozkır kavimlerinin, kadınlar dahil, maddi temizlikleri hakkında bir fikir edinmek mümkün değildir. Bu hususta, Yasak’taki kaidelere göre yaşayan Moğollarda olduğu ölçüde, kirli değil idiler. Nitekim, İbn Fadlan Volga Bulgarlarının açıkta nehirde yıkanışlarından bahseder. Ayrıca, İbn Fadlan, Gardizi, Plan Karpin vb. Türk, Tatar kadınların ahlaki temizliğini övmektedir. Marco Polo da onlar için “bütün dünyada en temiz ve ahlaklı” sıfatlarını kullanmaktadır. Vâmbery’ye göre eski Türkçede alüfte, piç (veledi zina) sözlerine rastlanmaz. Sonradan bu manalara gelen sözler diğer dillerden, bilhassa Farsçadan geçmiştir, der.
Kadın adları arasında temiz ve faziletli manasına gelen, mesela Hun, Sabir ve Uygur Arıg, Arık, Uygur, Silig, Kazan Sulu sözlerinin bulunması sebepsiz değildir.
Büyük aile Türklerde, yalnız içtimai ve “autarchique” bir iktisadi birlikten ibaret değildir. Tarihi gelişme ile o göçebe devlet seviyesine yükselir. Türk göçebe devletlerinin kuruluşu hakkında Radloff en iyi şekilde şu açıklamayı yapar:
“Hür göçebelerde, oymaklara tabi tali teşekküllerin daimi tahavvülü halka hayat gücü sağlar. Sürekli çatışmalar, kesiksiz kavgalara müncer olur. Bir kabile dağıldığı zaman parçaları, kuvvetlenme yolunda olan başka kabileye katıldıkları için, cemiyet hayatı üzerinde kötü tesirleri sezilmez. Bir kabile savaşlar sırasında büyük nüfuz kazanırsa, onun reisi, mensup olduğu kabile yardımı ile tekmil budunun (kavmin) başbuğu olur. Başbuğ tebaasını ganimetler ve toprak mülkü ile doyurduğu nispette, hüküm sürmede müstakil olur ve idaresi altında birleştirdiği devlet de büyüdükçe büyür.”
Didaktik şiirlerden mürekkep Kutadgu Bilig’in bu konu ile ilgili aşağıdaki satırları dikkate şayandır:
“Devletin olması için, askere ihtiyacın var,
Askerin olması için servet dağıtman gerekir,
Servet edinmek için, halkın zengin olmalıdır.
Halkın zenginliğini ise ancak örfler sağlar.”
“Askerler toplanır, sağladıkları kazançlar nispetinde çığ gibi büyürler. Bilhassa daha fakir olan bozkırlar her an savaşa hazırdırlar. Ailelerini ve bütün varlıklarını beraber götürürler. Hayvanları gerekli hayat şartlarını her yerde bulur. Her zafer orduya katılanların mülkünü çoğaltır. Kahraman oymak reisi, oymaklarının “konglomera”sından sağlam siyasi bir kurul vücude getirebilirse, mensup olduğu oymağın desteği ile, hükümdar rütbesine ulaşır. Devletin başında kağan bulunur. Akrabalarını han rütbesi ile, kendisine tabi oymakların başına vali olarak geçirir. Kendisine sadık diğer eski yakınları ve taraftarları uygun rütbeler alırlar. Bu çeşit göçebe devletlerin, büyük ve dehşetli kudret teşkil ettikleri, bin yıl boyunca ortalığı titretmeleri ile sabittir.
Hun, Avar ve Moğol İmparatorlukları gibi, kuvveti kendisinde temerküz ettiren şahıs veya sülale ortadan kalktığı ya da oymakların “konglomerası” diğer sebeplerden dolayı dağıldığı zaman, oymaklar yeni bir iktidar çevresine bağlanarak yeni devlet kurarlar. Eski devlet adı yerine herhangi bir oymağın adı, ya da kıyına devletin harabeleri üstünde yeni devlet konglomerasının ittifakının adı kaim olur”.
Eskiden cedleri Hun oymak birliğine dahil olan Avar, doğuda Göktürk, batıda Bulgar konfederasyon unsurları bu şekilde kuruldu. Türk unsurları daha sonra Uygur, Karluk, Hazar, belki de Macar adı ile hayatlarını süre geldiler. Peçenekler, Uzların kalıntıları, Kumanların arasında Kıpçak devleti içinde eridiler.
Göçebe cemiyetlerin sürekli bir şekilde hep yeniden kabakalanması onların devlet teşkilatında ve unvanlarında da ifadesini bulmaktadır. Bir ailede peder ne durumda ise, hükümdar da göçebe devlet teşkilatında aynı durumdadır. Göktürk yazıtlarında: (komşu kavimlerin adları sıralandıktan sonra) budunun (halk topluluğunun) maddi refahı, halk tabakalarının, oymakların cemiyet içinde birlikte düzenli yaşamalarını sağlama, onları kuvvetlendirme ve yeni oymaklar katarak sayıca da çoğaltma, bahis konusudur.
Hun, Türk ve Uygur hükümdarlarının unvanları, Göktürk yazıtları, hükümdarın Gök Tanrısı tarafından tahta oturtulduğu inancını aksettirmektedir. Gök Tanrısı hükümdara, görevini başarabilmesi için, ferdi kabiliyet ve üstünlükler sağlamıştır. Bu Tanrı vergisi lütfu, Batı aleminde Yunanca “kharizma” sözü ile ifade edilir. Bu sıfat hükümdar ailesine de geçer ve sülalenin kanuni meşruiyeti inancı kökleşir. Herhangi bir hükümdar kharizmaya dayanan nüfuzunu yitirse bile, ailenin diğer üyeleri üzerinde müessir olmaz. Kötü hükümdarı ailenin diğer bir ferdi istihlaf eder. Yeni hükümdar, halk topluluğu tarafından değil, zadeganı teşkil eden oymak reislerinin muvafakatı ile tahta geçer. Verasetin kesin usullere bağlanması, Türk kavimlerinin ekserisinde, taht kavgalarını, kardeş savaşlarını doğurmuştur. Kabiliyeti (idoneitas-uygun olma) görüldüğü taktirde hükümdarın çocuğu, bilhassa büyük çocuğu (primogenitura) başta tahta namzettir. Bazen de, ecdattan kalan toprakların hükümdarı en küçük çocuk olur. Daha yaşlı kardeşleri sonradan kazanılan parçalarda saltanat sürerler. Buna klasik misal Cengizhan çocuklarının devleti bölüşmeleridir. Bazen de ailenin en yaşlı üyesi, (senioratus), tercihen ölen hükümdarın erkek kardeşi halef olurdu.
Çin kaynaklarına göre, Asya Hunlarının hükümdarı şan-yü veya tan-hu lakabını taşırdı. Ancak III. yüzyılda ilk defa Sien-pi kavminde kağan unvanı geçer. Daha sonra bu unvan İslâm’dan önceki ve İslâm alemi dışındaki Türkler tarafından benimsenmiştir. Hatta ilerde görüleceği üzere, Hazar tesiri altında, ilk Rus hükümdarlarının da en çok beğendikleri unvan bu idi.
Kağan’ın derece itibarıyla ilk zevcesine, katun ya da hatun denirdi. Bilindiği üzere, Macarcada hanım manasına gelen asszony da aslında hükümdar zevcesi demektir. Nitekim bugünkü kadın (katun) sözü de ancak hanım manası taşır. Katunlar çoğunlukla metbu oymakların ailesi efradından, bazen de yabancı sülalelerden, siyasi menfaatleri gözönünde bulundurularak sağlanırdı. Pek çok Çinli prensesler bu şekilde Türk, Uygur vb. Kağanlarının çadırlarında yerleşmiş, buna karşılık yine pek çok
Hazar, Kuman vb. prensesi de Bizans imparatorları ve Rurik halefleri ile evlenmişlerdir.
Han da hükümdar unvanıdır. Bazı çağlarda han ile hakan (kağan) arasında, Batı’daki imparator ve krala benzer bir derece farkı vardır. Kağan, Göktürk yazıtlarında ve Mahmud al-Kâşgarî sözlüğünde de geçer. Han unvanı halk dilinde daha sonra, kağan (hakan) yerine geçmiş ve onu unutturmuştur. İslâm aleminde Moğol fütuhatından önce sultan sözü han’ı arka plana bırakmıştır. Arapça sultan aslında “iktidar” manasına gelmekte idi. Gazneli Mahmud’un lakabları arasında sultana rastlanır. İlk Selçuk hükümdarlarından Tuğrul vb. bu lakabı Müslüman hükümdarlarının ulaşabileceği en yüksek unvan olarak taşırlar. Ancak bu değerini Orta Asya’da daha sonra kaybeder. Han sözü de aynı akıbete uğrar. Moğol cihan imparatorluğundan ayrılan devletlerin hükümdarları han unvanını taşıdıkları halde, XVI. yüzyıldan itibaren İran’da han vali, sultan da kaymakam, asri İran’da ise sadece “efendi” manasına gelmektedir.
Kağan’a (hakan) tabi cemiyet aristokrat mahiyet arz ediyordu. Aile efradından prensler (teginler) ve diğer zadegan (begler), yüksek rütbelere (buyruk) getirilirlerdi. İl, el adı verilen devlet, içine aldığı veya tabi kıldığı oymaklardan, kavimlerden terekküp eder, eğer bunlar savaşsız boyun eğmişler ise kendi beylerinin idaresinde kalmalarına müsaade edilir, onlar da hakanın ailesinden şad veya yabgu adı verilen bir valiye tabi olurlardı. Yabgu, Oğuz, Karluk hükümdarlarına verilen bir unvandı. Ancak bu unvan Kimekler, hatta, pek eski yabancı bir kavim olan İndo-Skitlerce de bilinmekte idi.